Küreselleşmenin dünü ve bugünü
3 Ocak 2021 Pazar
Saygıdeğer meslektaşlarım,
Bugün de sizlere Kevin DANAHER ve Roger BURBACH tarafından kaleme alınan “Hadi Bunu Küreselleştirin” ile Wayne ELLWOOD tarafından kaleme alınan “Küreselleşmeyi Anlama Kılavuzu” isimli okuduğum kitaplardan kesitler aktaracağım. Sizlerin de bu kitapları temin ederek okumanızı tavsiye ediyorum.
Küreselleşme, aslında bundan 528 yıl önce başlatılan Avrupa sömürgecilik dönemiyle beraber küresel ekonominin bütünleşmeye başlaması sürecini tarif eden yeni bir sözcüktür. Ancak bu süreç, bulunduğumuz yüzyılın son çeyreğinde bilgisayar teknolojisinde gerçekleştirilen inanılmaz gelişmeyle ticari engellerin ortadan kaldırılmasını sağlamış ve çokuluslu şirketlerin edinmiş oldukları politik ve ekonomik güçleri küreselleşmeye, diğer bir deyişle modern köleliğe büyük bir hız kazandırmıştır.
Yıl 1492 yani bundan tam 528 yıl önce cep telefonlarının, buzdolabının, televizyonun, faks makinelerinin, otomobillerin, uçakların veya nükleer silahların olmadığı bir dünyada kırk bir yaşında hırslı bir Cenovalı İspanyol maceraperest Denizci Cristobal COLON deli bir hayal kurmuştu. İspanya Kral ve Kraliçesini Okyanus Denizi olarak bilinen, göründüğü kadarıyla uçsuz bucaksız karanlık sularda yapacağı keşif yolculuğu hayalini finanse etmesi için ikna etmeyi başardı. Colon yaptığı bu keşfin üzerinden yüzyıllar sonra milyonlarca insan tarafından Kristof KOLOMB olarak tanınacak, Amerikayı keşfeden ve yüzyıllar süren Avrupa sömürgeciliğine kapıyı açan ve günümüzün küresel ekonomisinin temellerinin atıldığı KOLOMB dönemi ile anılacak süreci başlatan kişi olacaktı.
Tarihçilerin anlatımıyla, küreselleşmeye ait her şey işte bu 1492 yılında yani Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını keşfetmesiyle birlikte başlamıştır. Amerika keşfedildikten sonra bölgeye başta İspanyol ve Portekizli Beyazlar sırasıyla diğer Avrupa ülkelerinin Beyazları yerleşmiş ve Amerikalı kavramı oluşmaya başlamıştır. Beyazlardan oluşan Amerikalılar yeni keşfettikleri toprakları bölgedeki yerli halkı hiçe sayarak ve sanki o topraklarda hiç kimse yaşamıyormuş gibi sahiplenmişlerdir. Keşif sırasında o kıtada farklı kabilelerden ve ırklardan yerli halklarla karşılaşmışlar, çoğunlukla Kızılderililerin oluşturduğu bu yerli halklar öncelikle İspanyol ve Portekizliler tarafından daha sonraları da diğer Avrupalı Beyazlar tarafından ya soykırıma uğratılmışlar ya da asimile edilmişlerdir.
Kristof KOLOMB‘un İspanyol Kraliçe’sine yazdığı, sömürgeciliğin başlama sürecini ve Kızılderilileri anlatan tarihi mektubunun kısa bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum.
“Yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına Majestelerin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar. Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.”
Bu sömürgecilik ve küreselleşmenin başlama sürecini biraz daha iyi anlamamızı sağlayacak İngiliz emperyalizminin ünlü savunucularından Cecil RHODES’in yaptığı bir konuşmada, bu süreci kısa ve özlü nasıl ifade ettiğine baktığımızda, insanın tüylerinin ürperip diken diken olmaması mümkün değil.
“Kolayca ham madde elde edebileceğimiz, aynı zamanda sömürgelerin yerli halkının sağladığı ucuz köle emeğini sömürebileceğimiz yeni topraklar bulmaya mecburuz. Ayrıca sömürgeler kendi fabrikalarımızda ürettiğimiz fazla mallardan kurtulmak için de bizlere bir kanal oluşturacaktır.”
Avrupa devletlerinin egemenlikleri altındaki bu yeni topraklardan hammadde sağladıkları sömürgecilik döneminde küresel ticaret büyük bir hızla genişlemiştir. Özellikle 1600 – 1800 yılları arası hesaplanması olanaksız miktarlardaki servet Avrupa Sanayi Devrimi’ni finanse eden ana kaynak olmak üzere Latin Amerika’dan Avrupa’ya aktarılmıştır. Yüzyıl önce Küreselleşmenin çapının öyle büyük olduğu ifade ediliyor ki, 1890’ların sonunda kuzeyden güneye yapılan sermaye transferinin hacmi 1990’ların sonunda olduğundan çok daha fazladır. Artan ekonomik bütünleşmenin en belirgin işaretlerinden biri olan ihracatın, küresel üretim içerisindeki payının 1913 yılının sonunda 1999’dan çok daha büyük olduğu belirtilmektedir.
Avrupa sömürgeciliğinin hüküm sürdüğü yıllar içerisinde, insanlığın hak ve hukuku ihlal edilerek büyük insanlık suçları işlenmiş ve büyük insanlık dramları yaşanmıştır. Özellikle de köleleştirilen insanların ucuz iş emeği ve yaşadıkları yerlerin hammadde kaynakları yüzyıllar boyu hortumlanarak sömürülmüştür. Bu sömürü düzenine karşı doğal olarak, insan olma onurunu taşıyan örgütlenmiş insan grupları tarafından işlenen insanlık suçlarına, yaşanan dramlara, köleliğe ve ucuz işgücü sömürüsüne karşı çıkılmıştır. Bu karşı çıkışı fark eden sömürgeciler, oluşturdukları düzene karşı çıkanlar için önlem almakta gecikmemiş ve idam cezası kararını acilen yürürlüğe sokmuşlardır.
Ancak gitgide yükselen sesler, insan haklarını savunma amacıyla kurulan dernekler ve yapılan eylemler sonucu nihayet insanlığın en büyük ayıbı olan köleliğin kaldırılması girişimi, Amerika Birleşik Devletleri’nde kuzey ve güney arasında iç savaşın çıkmasına sebep olmuştur. İç savaş kuzeyin insanlık zaferi ile sonuçlanması üzerine Amerika Birleşik Devletleri’nin gelmiş geçmiş en iyi ve en dürüst başkanı olarak gösterilen Abraham LİNCOLN tarafından kölelik 19 Haziran 1862 yılında kaldırılmış ve tarihe gömülmüştür.
Küreselleşmenin bu yüzyılda dünyada ve dolayısı ile ülkemizde nasıl hüküm sürdüğüne bakacak olursak, 18-19’uncu yüzyılda Birleşik Krallık’ta başlatılan sanayi devrimi, Batı Avrupa, Kuzey Amerika, Japonya ve ardından tüm dünyaya yayılmıştır. Sanayileşme devrimi ile bu yüzyılda insanların yaşam refahının yükseliş gösterdiği dünyada artık buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyonlar, faks makineleri, cep telefonları, otomobiller, uçaklar ve kimyasal silahlar kullanılmaya başlanmıştır.
Ancak bu yüzyıl içerisinde bitmeyen insan ihtirasları, siyasi ve ekonomik çıkarlar uğruna büyük savaşların, istenmeyen salgın hastalıkların ve ağır ekonomik krizlerin yaşandığı yüzyıl olarak tarih sayfalarında yerini almıştır. 1914- 1918 Birinci Dünya Savaşı, 1939- 1945 İkinci Dünya Savaşlarının sonucunda ortaya çıkan iktisadi, sosyal ve ekonomik tablolar ulus devletlere ve halklarına ağır bedeller ödetmiştir. Sadece bu iki savaş 85 milyon insanın ölümüne, 90 milyon insanın yaralı ve sakat kalmasına ayrıca devletlerin ekonomik yapılarının çökmesine sebep olmuştur.
Osmanlı Devleti, İttifak Devletlerinin baskısı sonucu Birinci Dünya Savaşı’na katılmış ve savaşı ittifak devletleri kaybetmesi sebebiyle Osmanlı da yenik sayılmıştır. Bu savaşın ardından Atatürk’ün önderliğinde Kurtuluş Savaşımız başlamış, yokluklar ve zorluklar içerisinde büyük bir başarıyla işgal devletleri mağlup edilerek sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı tarih yazılmıştır. Kurtuluş Savaşı sonrası ülkede kalkınma hamlelerine büyük hız verilmiştir.
Kalkınma hamleleri devam ederken, ne yazık ki insanlık tarihinde kara leke olarak anılan İkinci Dünya Savaşı başlamıştır. Ülkemiz bu savaşa tarafsız kalarak fiilen katılmamıştır. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın sebep olduğu insan kayıplarının beraberinde dünya ekonomisine indirdiği darbe ve yansıttığı krizlerden ülkemiz de nasibini almış ve bedelini en ağır şekilde ödemiş ve hala ödemektedir.
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Atatürk’ün sevk ve idaresindeki ülkemiz tam bağımsız ekonomiyle mevcut kaynaklarını en az maliyetle en yüksek katma değeri yaratacak şekilde ideolojiden uzak ülke çıkarlarına uygun iktisat politikaları uygulayarak 15 yıl içerisinde başta sanayileşmede 27 fabrika, 3208 kilometre demiryolu, yenilenme, yenileme, sağlık, eğitim ve tüm alanlarda büyük kalkınma hamleleri gerçekleştirmiştir. İktisadi cihazlanma, birinci sanayi planı ve dış borçlar için ABD’den 10 milyon, Rusya’dan 8 milyon, İngiltere’den 6 milyon olmak üzere 24 milyon dolar kredi alınmış alınan kredi iç borçlar için değil tamamen yatırımlar için kullanılmıştır. Ayrıca Osmanlı’dan kalan 107,5 milyon altın borcunun da bu dönemde üçte ikisi ödenmiştir. İkinci Dünya Savaşı öncesi, 1938 yılında devlet bütçesi yani gelir 250 milyon lira- gider ise 248 milyon 300 bin liradır. Bütçe 1,7 milyon fazla vermiştir. Dış ticaret de ise 114.3 milyon ithalata karşılık 137.9 milyon liralık ihracat yapılmıştır. Yani 24 milyon liralık ticaret fazlası vardır.
Bu iktisadi, sosyal ve ekonomik istikrar içerisinde ülkemizin kalkınması devam ederken Atatürk’ün ölümü ve hemen ardından 1 Eylül 1939’da başlayan savaş, ülkemizi büyük ölçüde tehdit ve baskı altında tutmuştur. Bu tehdit ve baskılar sebebiyle 250 milyon devlet bütçesinden savunma harcamalarına %30 oranında bütçe ayrılırken 1941 yılında olağanüstü ödenekler dâhil olmak üzere askeri harcamalara 302 milyon harcama yapılmıştır. Üreten nüfus silâh altına alınmış, ülkede üretim durmuştur. Bu doğrultuda bozulan sosyal ve ekonomik denge beraberinde savaş ekonomisin devreye girmesini sağlamıştır. 1940 yılında Milli Koruma Kanunu Büyük Millet Meclisi tarafından yürürlüğe sokulmuştur. Ülkede varlık vergisi toplanmaya, ekmek karneyle dağıtılmaya başlanmış ve ülkemizde iktisadi sosyal ve ekonomik kalkınma bir anda yerle bir olmuştur. Ülkemiz savaş yılları içerisinde salgın hastalıklar ve yoksullukla mücadele etmeye başlamıştır.
1944 – DÜNYADA KÜRESEL TİCARETİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI
6 yıl süren savaş, ardında bıraktığı büyük bir yıkım ve enkazla sona erdi. Savaş süresince dünya küresel ticaretinin işlerliği üzere belirlenmiş kuralların tamamı çökmüştü. Savaşın sona ermesinden bir yıl önce 1944 yılında küresel ekonomiyi canlandırmak ve ulusal bağımsızlığı güçlendirecek istikrarlı bir uluslararası para sistemini oluşturmak amacıyla Birleşmiş Milletler öncülüğünde ABD New Hampshire eyaletinin Bretton Woods kasabasında 44 ülkenin katılımıyla aynı kasabanın ismini taşıyan Bretton Woods Anlaşması kabul edilmiştir. Bu anlaşma sürecinde ABD’in çıkarları doğrultusunda yaptığı baskılar sonucu ülkelerin paralarını 1ons altın = 35 dolar üzerinden dönüştürülebilir yapmayı kabul eden her ülkenin parasının değeri dolara göre saptanmıştır. Dolar altın ile dönüştürebilirliğini koruyan tek ulusal para olmuştur. Ülkemiz de daha sonra anlaşmaya taraf olmuştur. Bu anlaşmayla birlikte İMF (Uluslararası Para Fonu) ve Dünya Bankası (Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası) kurulmuştur. Bu kurumlar 1946 yılında yeterli sayıda ülke anlaşmayı imzalayınca faaliyete geçmiştir.
Bu kuruluşların ardından 1948 yılında GATT (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması) yürürlüğe sokulmuştur. Ülkemiz de bu anlaşmaya 1951 yılında imza atarak kurulan teşkilata üye olmuştur. 1944 yılında, üzerinde anlaşmaya varılan sabit döviz kuru rejiminin Dünya küresel ekonomisine 25 yıl gibi bir süre istikrarlı sayılabilecek bir büyüme sağladığı ekonomistler tarafından belirtilmektedir. Ancak Bretton Woods Anlaşması ile uygulamaya girmiş olan bu sistemi ABD’nin Vietnam savaşının maliyeti yüzünden dış ticaret açığı vermesi ve borçlu ülkeler arasına girmesi sebebiyle 1971 yılında ABD Başkanı Richard Nixon tarafından tek taraflı olarak uygulanmasına son verilmiştir. Nixon ayrıca doları diğer belli başlı dövizler karşısında devalüe etmiş ve faiz oranlarını yükseltmiştir. Bunun küresel ekonomi üzerine muazzam etkileri olmuştur. ABD doların değerini düşürerek, fiilen dünyanın geri kalanına borcunu neredeyse sıfırlamıştır. İşte sömürgecilik böyle bir şey. Ülkemizin de dâhil olduğu gelişmekte olan ülkelere baktığımızda OPEC’in petrol fiyatlarında yaptığı artışlar yüzünden zaten sendelemekte olan bu ülkeler aldıkları euro döviz kredilerini ABD doları üzerinden aldıkları için borçlarının bir gecede üç katına yükselmesi ile karşı karşıya kalmışlardır. Gelişmekte olan ülkelerin borçları 1973-1982 yılları arasında beş kat artarak 612 milyon dolara yükselmiştir.
Sabit kur uygulamasının ardından gelişmiş ülkeler dalgalı döviz kuru uygulamasına geçmiştir. 1970 yılı itibarıyla İMF tarafından SDR uygulaması (Özel çekme haklarıdır, yani bir ülke hükümetinin diğer ülke hükümetinin merkez bankasından onun ulusal parasını çekmesine olanak sağlayan haktır) yürürlüğe sokulmuştur. SDR’nin altın değeri sabit kabul edildiğinden SDR kâğıt altın olarak kabul görmüştür. Ancak çeşitli ülke paralarının altın karşısında değer kaybetmesi SDR’ nin değerini giderek artırmıştır ve buna yapılan itirazlar sonucu 1974 yılında SDR’nin altınla ilişkisi tamamen kesilerek sepet tekniği adı verilen yeni bir değerlendirme şekli getirilmiştir. İMF tarafından geliştirilen bu sistemle SDR’ nin yapısını basitleştirilip ve değeri Amerikan Doları, Japon yeni, Alman ve Fransız euro ve İngiliz sterlininden oluşan beşli bir sepete bağlanmıştır.
Dünyada yeni bir küresel ticaret anlayışı sisteminin hayata geçirilmesi, gelişmekte olan ülkelerin kalkınabilmesi ve ulusal bağımsızlıkların güçlendirilmesi açısından Bretton Woods Anlaşması ile kuruluşları gerçekleştirilen bu kurumların görevleri neydi ve ne yapacaklardı?
İMF; Uluslararası ticaretin yaygınlaştırılmasına, dengeli büyümesine yardımcı olmak, yüksek düzeyde istihdam ile reel gelirin desteklenmesine ve sürdürülmesine katkıda bulunmak.
Dünya Bankası; Enerji santralleri, barajlar, yollar, hava alanları, limanlar, tarımsal kalkınma, eğitim projeleri gibi alt yapı yatırımlarına ticari bankalardan daha düşük kredi sağlamak.
GATT; Ulusal ticaret sınırlamalarını azaltmak ve savaş öncesinde küresel ekonomiyi kösteklemiş olan rekabetçi ticaret politikalarına son vermek.
1946’da dünya yeni küresel ticaretini yönetecek kurallar dizisi doğrultusunda alınan kararlar ve kuruluşu gerçekleştirilen kurumlarla icraat süreci başlatıldı. Başta da tarif edildiği gibi İMF ve DÜNYA BANKASI savaş sonrası Avrupa’nın yeniden inşası ve kalkınması için kredilerle bölgeye para akıttı. Sanayileşmeyi başarmış Avrupa ülkeleri beş yıllık bir süreçte kendilerini toparladılar. Ancak bu dönemde hızla genişlemekte olan sanayileri için sağlıklı piyasalara ihtiyaç duyan ve kural tanımayan ABD, kendi ticaretini tatmin edecek kadar hızlı olmadığı gerekçesini öne sürerek ayrı bir senaryo ile MARSHALL planını devreye soktu. Ülkelere kredi yerine hibe şeklinde dolar dağıttı. Neticede bu sürecin aslan payını Avrupa Birliği, Çin, Japonya ve Asya ülkeleri almıştır.
İMF ve DÜNYA BANKASI’ nın gelişmekte olan ülkelerin yeniden inşası ve kalkınması için vermiş olduğu 500 milyar dolar tutarındaki kredilerin, önceden planlanmış bir şekilde 25 ayrı ülkede diktatörleri ayakta tutmak için kullanıldığını araştırmacılar ortaya çıkartmıştır. Ülkemizin de içinde bulunduğu diğer gelişmekte olan ülkelerin almış olduğu kredilerin diktatörlükle yönetilen ülkelerle birlikte saçma projelerde israf edildiği, ideolojik politikalarla göz boyanarak rüşvet ve komisyon olarak üçte birlik kısmının, kişisel banka hesaplarıyla güney bankalarına aktarıldığı ve IMF’nin buna bilerek göz yumduğu yine araştırmacılar tarafından ortaya koyulmuştur.
Bu gelişmelerin sonucunda, doğal olarak gelişmekte olan ülkelerin kredi geri ödemelerinde zorlanacağı açık bir şekilde biliniyordu. Buna karşılık IMF’nin savunması ve reçetesi hazırdı. İMF, borçlu ülkelerin sorununu yerel ekonomilerdeki aşırı talepten kaynaklandığını savunuyordu. İlginçtir ki, şaibeli verilen krediler görmezden geliniyor, ülkemizin de içinde bulunduğu bu ülkelere önceden hazırlanmış acı reçete yürürlüğe sokuluyordu. Kemer sıkma politikası adı altında ulusal politikalara müdahale dönemi başlayacaktı. Ülkemizde, İMF ile 1999- 2008 yılları arasında STAND-BY anlaşması kapsamında politikalar uygulanmıştır. Özellikle insanların temel ihtiyaçlarını içeren sağlık, eğitim ve tarım alanlarında tasarrufa gidilmiştir. Bu dönemde gözlük ve ilaç ödemelerinde fiyatlar büyük ölçüde aşağı çekilmiştir. Uygulanan bu politikalar, İMF tarafından planlandığı gibi ülkede istihdam kayıplarıyla birlikte sektörlerin küçülmesine ve insanların yoksullaşmasına sebebiyet vermiştir.
Ülkemizde bizler bunları yaşarken başta ABD, İngiltere ve gelişmiş ülkeler başka planları hayata sokmaya başlamışlardı bile. Serbest piyasa ekonomisinin gelişmesini, özelleştirmeyi ve şirketlerinin egemenliğini savunan bu ülkelerin politikacıları GATT‘ ın gevşek bir yapıya sahip olduğu gerekçesini öne sürerek 1 Ocak 1995 yılında GATT‘ın yerine hesap sorulamaz, zengin dünyanın şirket egemenliğini devam ettirecek yeni yönlere doğru büyük ölçüde genişleten, 137 üye ülke ve 30 gözlemcisiyle Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün kurulmasını onayladılar. Ülkemiz, DTÖ’ne kuruluşuyla birlikte üye olmuştur.
Yaşadığımız yüzyılın çeyreğinde küreselleşme olgusuna ve küresel ticaretin geldiği noktaya baktığımız zaman, 1989 yılında internetin dünyamızda yerini alması, 1995 yılında DTÖ’nün kurulması ile ticari engellerin kaldırılması, serbest piyasa ekonomisi, küresel sermayenin serbest dolaşımı, özelleştirme politikaları, gerçekleştirilen büyük şirket birliktelikleri ve bu uluslararası şirketlerin edindiği politik-ekonomik güçleri, bu yapının egemenlikleri altında süreceği ve büyük bir hızla da devam edeceği net bir şekilde görülmektedir. Bugün için bu 200 uluslararası büyük şirketin, dünya nüfusunun en yoksul %80’inden iki kat fazla mal varlığına sahip olduğu bilinmektedir. Bu yeni imparatorluğun temsilcileri; ellerinin altında bulunan politikacılar vasıtasıyla halkı etki altına almakta, kullandıkları büyük sermaye ve izledikleri serbest piyasa politikalarıyla tüm demokratik kurumları, kültürleri tehdit ederek zayıflatmaya devam etmektedir ve edecekleri aşikârdır.
Peki, bu acımasız DTÖ oligarşi yönetiminin ve uluslararası şirket egemenliğinin sürdürdükleri politikalara karşı hangi politikaları geliştirmemiz gerekiyor? Görüyoruz ki ülkemiz Avrupa Birliği’ne tam üyelik girişimini başlatarak Gümrük Birliği’ne imza atmıştır. Yukarıda sözü edilen küresel ticareti yöneten diğer kurum ve kuruluşların üyesi olan ülkemiz, dünya küresel ekonomisiyle bütünleşmiş durumda olduğundan küresel ticarette rekabet etmek zorundadır ve buradan kaçarımız yoktur. Bu küresel ticaret pazarı; bireylerin, kurumların ve ülkelerin rekabet gücüyle ölçülmektedir. Bugün itibarıyla gelişmekte olan ülkeler arasında rekabet gücü sıralamasında 53. sırada yer almaktayız.
Bu ülkede yaşayan bireyler olarak bir kez daha şapkamızı önümüze alarak iyi düşünmemiz ve eyleme geçmemiz gerektiğine inanıyorum. Dünyanın bugünkü düzeni bu, öncelikle bunu kabul etmemiz gerekiyor. Tüm bu gelişmeleri doğru bulmuyor olabiliriz ancak düşmanlık beslemekle de bir yere varamayacağımızı belirtmek istiyorum. Düşmanlık beslemek yerine aklı, bilgiyi ve gayreti devreye sokarak bu alanda nasıl söz sahibi olacağımıza odaklanmalıyız.
Sizlere, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün 15 yıllık icraat dönemini bir kez daha detaylı bir şekilde incelemenizi öneriyorum. Sizleri Atatürk ve Martin Luther KİNG’in muhteşem sözleriyle uğurluyorum.
“Çalışmadan, yorulmadan, öğrenmeden, rahat yaşama yollarını alışkanlık haline getiren milletler; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini daha sonra da istiklâl ve istikbâllerini kaybetmeye mahkûmdurlar.” Mustafa Kemal Atatürk
‘‘Hiçbir toplumsal ilerleme sırf kaçınılmazlık sayesinde meydana gelmez. Kendini adamış bireylerin yorulmak nedir bilmeyen çabalamaları ve ısrarlı çalışmalarıyla elde edilir.’’ Martin Luther
Abdullah AYDIN
kaynak: https://optisyeninsesi.com/kuresellesmenin-dunu-ve-bugunu/
Son Görüntülenen Ürünler
BASKILI SILME BEZI
MIN SIPARIS 1000 ADETTIR BASKI DETAYLARI ICIN SIPARIS GERCEKLESTIGINDE İLETİŞİME GEÇİLECEKTİR